Kasvetli bir gökyüzünün altında, solgun yüzlü evlerin sıralandığı bir şehirde, unutulmuş bir bahçe vardı. Bu bahçe, şehrin karmaşasından uzakta, kendi sessizliğine gömülmüştü. Bir yanı kurumuş, çatlamış topraklarla kaplıydı. Solmuş otlar, kırık dökük çitler ve paslı bir salıncak, buranın bir zamanlar neşeli kahkahaların yankılandığı bir yer olduğunu fısıldıyordu. Bu kısım, şehrin üzerindeki kara bulutlar gibi, umutsuzluğun ve çaresizliğin gölgesini taşıyordu.
Bahçenin diğer yarısı ise bambaşkaydı. İnatçı bir yeşillikle kaplıydı. Güneşin nadiren yüzünü gösterdiği günlerde bile, buradaki çiçekler canlı renkleriyle direniyor, kuşlar neşeyle ötüyordu. Birkaç yabani meyve ağacı, zorlu koşullara rağmen meyve vermeye devam ediyordu. Bu kısım, hayatın tüm olumsuzluklara rağmen süregelen akışını, doğanın tükenmez gücünü simgeliyordu.
Bu iki zıt yanı olan bahçenin ortasında, kökleri hem kuru hem de verimli toprağa uzanan yaşlı bir zeytin ağacı duruyordu. Gövdesi yılların izlerini taşıyor, dalları hem çıplak hem de yeşille bezeliydi. Bu ağacın altında, şehrin yorgun ruhlarından biri olan Ayşe Hanım sık sık otururdu.
Ayşe Hanım, hayatın ona sunduğu zorluklarla mücadele etmekten yorulmuştu. İşini kaybetmiş, hayalleri yarım kalmış, geleceğe dair umudu azalmıştı. Bahçenin kuru yanına baktıkça kendi içindeki kuraklığı, umutsuzluğu görüyordu. "Artık hiçbir şey yeşermeyecek," diye düşünüyordu.
Ancak zeytin ağacının yeşil dalları, inatla göğe doğru uzanan çiçekler ve kuşların cıvıltısı ona başka bir gerçeği hatırlatıyordu. Hayat, ne kadar zorlu olursa olsun, bir şekilde devam ediyordu. Karanlığın içinde bile bir ışık, umutsuzluğun ortasında bile bir filiz vardı.
Bir gün, Ayşe Hanım bahçenin yeşil kısmında yürürken, minik bir kelebeğin bir çiçekten diğerine konduğunu gördü. Kelebeğin narin kanatları, baharın tüm renklerini taşıyordu. O an, Ayşe Hanım'ın kalbinde bir kıpırtı hissetti. Belki de her şey bitmemişti. Belki de kendi içindeki kurumuş topraklarda da yeniden bir şeyler yeşerebilirdi.
O günden sonra Ayşe Hanım, her gün bahçeye gelmeye başladı. Önce sadece oturdu ve dinledi. Sonra yavaş yavaş, bahçenin yeşil kısmındaki çiçekleri sulamaya, yabani otları temizlemeye başladı. Kuru topraklara umutla baktı, belki bir gün orası da yeşerirdi.
Zamanla, Ayşe Hanım'ın içindeki umut da yeşermeye başladı. Bahçenin iki yüzü gibi, hayatın da aydınlık ve karanlık tarafları olduğunu anlamıştı. Önemli olan, karanlığa takılıp kalmak değil, aydınlığa doğru bir adım atmak, küçük de olsa bir umut ışığına tutunmaktı.
Viktor Frankl, İkinci Dünya Savaşı'nın dehşetini Nazi toplama kamplarında bizzat yaşamış bir psikiyatristti. Bu acı dolu deneyimler, onun insan doğasına ve hayatta kalma gücüne dair derinlemesine gözlemler yapmasına neden oldu. Frankl, toplama kamplarında her şeylerinden mahrum bırakılan insanların bile, içsel bir özgürlüğe sahip olduğunu fark etti: tutumlarını seçme özgürlüğü. Dış koşullar ne kadar acımasız olursa olsun, bir insanın bu koşullara nasıl tepki vereceği, onlara nasıl bir anlam yükleyeceği tamamen kendi elindeydi.
Frankl'ın "anlam arayışı" teorisinin temelinde yatan fikir, insanın birincil motivasyonunun hazdan kaçınmak ya da güç elde etmek değil, hayatta bir anlam bulmak olduğudur. Bu anlam, kişiden kişiye ve durumdan duruma değişebilir. Bir işi başarmak, birini sevmek, zorluklara göğüs germek, yaratıcı bir faaliyette bulunmak, hatta acı çekmek bile bir anlam taşıyabilir. Önemli olan, kişinin kendi hayatında anlamlı bulduğu bir şeyin olması ve bu anlam doğrultusunda yaşamaya çalışmasıdır.
Şimdi Ayşe Hanım'ın hikayesine bu pencereden bakalım. Ayşe Hanım, işini kaybetmiş, hayalleri yarım kalmış ve umudunu yitirmiş bir halde, hayatın acımasızlığı karşısında kendini çaresiz hissediyordu. Dış koşullar onun için zorlayıcıydı ve bu durum iç dünyasına da yansımıştı. Bahçenin kuru ve solgun kısmı, Ayşe Hanım'ın o anki ruh halini mükemmel bir şekilde temsil ediyordu.
Ancak Ayşe Hanım'ın bahçedeki değişimi, tam da Frankl'ın bahsettiği o son özgürlüğünü yeniden keşfetmesiyle başladı. Dış koşullar hala aynıydı, şehrin üzerindeki kasvetli hava dağılmamıştı. Ama Ayşe Hanım, bahçenin yeşil kısmını fark ederek, doğanın inatçı yaşam gücüne tanık olarak, kendi tutumunu değiştirmeye başladı. Umutsuzluğa teslim olmak yerine, küçük de olsa bir umut ışığına odaklanmayı seçti.
Bahçedeki çiçekleri sulaması, yabani otları temizlemesi, kuru topraklara umutla bakması, aslında Ayşe Hanım'ın kendi hayatına yeniden bir anlam verme çabasıydı. Bu eylemler, ona bir amaç ve kontrol hissi sağladı. Frankl'ın dediği gibi, "Acı çekmek kaçınılmaz olduğunda, onu nasıl taşıdığımızla, ona ne anlam yüklediğimizle büyüyebiliriz." Ayşe Hanım'ın bahçeyle kurduğu ilişki, acısıyla başa çıkmasına ve yeniden bir anlam bulmasına yardımcı oldu.
Günümüz dünyasında da pek çok insan, ekonomik zorluklar, sosyal adaletsizlikler, belirsizlikler gibi çeşitli nedenlerle benzer bir umutsuzluk hissine kapılabiliyor. İşte tam da bu noktada Frankl'ın teorisi bize yol gösteriyor. Dış koşullar ne kadar zorlu olursa olsun, kendi iç dünyamıza dönerek, tutumlarımızı ve bakış açımızı değiştirebiliriz. Kendi değerlerimize, ilgi alanlarımıza, sevdiklerimize odaklanarak hayatımıza yeniden bir anlam katabiliriz. Küçük bir iyilik yapmak, bir sanatsal faaliyette bulunmak, doğayla iç içe olmak, bir öğrenme sürecine girmek gibi basit eylemler bile, içsel anlam arayışımıza katkıda bulunabilir.
Ayşe Hanım'ın hikayesi bize şunu hatırlatıyor: Dış dünya ne kadar karanlık olursa olsun, içimizde her zaman bir ışık yakma potansiyeli vardır. Önemli olan, o ışığı fark etmek, ona doğru yönelmek ve kendi anlamımızı yaratma özgürlüğümüzü kullanmaktır. Frankl'ın o unutulmaz sözü gibi, "İnsana her şeyini alabilirsiniz, ama bir şeyi asla: son özgürlüğünü - hangi koşullar altında olursa olsun, kendi tutumunu seçme, kendi yolunu seçme özgürlüğünü." İşte bu içsel özgürlük, en zor zamanlarda bile bize umut ve direnç kaynağı olabilir.
Sevgiyle
PB